17 Kasım 2023 Cuma

Proje ve Çalışmalarım

İçerisinde bulunduğum veya bizzat uygulayıcısı olduğum proje ve etkinlikleri paylaştığım blog sayfamı ziyaret edebilirsiniz.

https://servetzeyrekhoca.blogspot.com/

6 Kasım 2023 Pazartesi

Siyonizm’den Daha Tehlikelisi Siyonizm - Evanjelizm İttifakı


Dünyanın en büyük mezalimlerinden biri gerçekleşmekte şu an Gazze’de... İnsanlar açık hava hapishanesine dönüştürülmüş ve kaçmalarının mümkün olmadığı bir coğrafyada bombalanıyor... Bombalanan kadınlar, çocuklar, caddeler, evler, fırınlar, hastaneler... Bombalar, hedefin neresi olduğuna çok da dikkat edilmeden atılıyor ve neredeyse bomba yağmuruna maruz kalıyor insanlar burada... Siyonist - Evanjelik ortaklığı ile yapılan bu zulümle kendilerince kıyameti yaklaştırmaya çalışıyor bu çılgınlar...

Oysa ki bu zulmü yapan Yahudiler neredeyse iki bin yıldır dünyanın her tarafından kovulmakta, horlanmakta ve öldürülmekteydiler. Dünyanın her tarafına Romalılar tarafından çil yavrusu gibi dağıtılan Yahudiler’e belki de en büyük zulmü hep Hristiyanlar yaptı. İsa Mesih’in çarmıha gerilmesinden sorumlu tuttukları Yahudiler’i gördükleri yerde doğduğuna pişman etti Hristiyanlar tarih boyunca. Elinde Yahudi kanı olmayan bir Avrupalı millet yoktur. Hristiyanlar’ın bu zulümlerine karşın Yahudiler, Endülüs'te, Osmanlı'da ve Müslüman idarelerinde hep rahat bir yaşam sürdüler...

Bu dağılmış milleti bir araya toplamak ve onlara bir ideal vermek, bir vatan vermek adına organize edilen Siyonizm ideolojisi, Theodor Herzl tarafından ortaya kondu. İsviçre'nin Basel şehrinde toplanan ilk siyonist kongresinde Yahudi toplumuna bazı idealler verilmeliydi. Bu toplantıda toplantıdan elli yıl sonra Filistin bölgesinde bir Yahudi devleti kurulması ve devletin kurulmasından yüz yıl sonra da Arz-ı Mevud yani vaat edilmiş topraklara ulaşılması hedeflenmişti. -Esasında Siyonist toplantılarında Filistin dışında farklı yerlerde devlet kurulup kurulamayacağı da tartışılmıştır. Bunlara Arjantin, Uganda gibi yerler örnek verilebilir.- Theodor Herzl “Yahudi Devleti” ismini verdiği kitabında kurulmasını hayal ettiği bu devleti idealize etmiştir. Filistin bölgesinde bir devlet kurulabilmesi için orada Yahudi nüfusunun olması gerekmekteydi. Theodor Herzl ve siyonistler buraya Yahudi nüfusunu kanalize edebilmek için çok uğraş verdiler. Önceleri bunda çok da başarılı oldukları söylenemez. II. Abdülhamid'in Filistin bölgesine Yahudi yerleşimini engelleyen kararları, II. Abdülhamid'in devrilip İttihat ve Terakki Hükümeti'nin Osmanlı'da etkin olmasıyla değiştirildi ve bölgeye Yahudi yerleşimi serbest bırakıldı. Bu kararlar bölgeye Yahudi nüfusun akışını hızlandırdı. I. Dünya Savaşı sonrası bölge İngiliz mandaterliğine geçince ortam tamamen müsait hale geldi. Tarihte “Balfour Dekorasyonu” olarak bilinen mektupta, İngiliz Dışişleri Bakanı Arthur Balfour’un 1917'de Lord Rothschild'e Filistin topraklarında bir Yahudi devleti kurulabileceği desteğinin sözü, bölgenin demografik yapısının değişimini hızlandırmıştır. Hitler’in Orta Avrupa'da başlattığı “Yahudi Avı” bölgeye göçü daha da hızlandırmış ve bölgede Yahudi nüfusu her geçen gün artmıştır. Siyonistler’in ekmeğine yağ süren Hitler’in bazı siyonist Yahudiler tarafından da desteklendiğine dair komplo teorileri dahi vardır. Yahudi nüfusunun bölgede artmasıyla devletin kurulma serüveni daha da hızlanmıştır.

Esasında Filistin bölgesinde son yüz yılda yaşanan hadiselerin ardında tamamen inançlar yatmaktadır. Yahudiler’in içerisinden çıkan Siyonizm ve Hristiyanların içerisinden çıkan Evanjelizm, sadece Filistin'in değil tüm dünyanın son yüzyıldaki gidişatını çok etkilemiştir. Peki, Filistin bölgesi ile ilgili siyonistleri ve evanjelikleri bir araya getiren şey nedir?

Şu anki İsrail yönetiminin siyonist olduğunu, ABD yönetiminde ise Evanjelik Protestan Hıristiyanlar’ın çok etkin olduğunu bilmeyen yoktur. Ve bu iki anlayışın dünyanın sonu konusunda itikat olarak iç içe geçtiği görülmektedir. Siyonistler arz-ı mevud dedikleri bölgenin kendilerine Tevrat'ta Tanrı tarafından verilen topraklar olduğunu ve bu topraklarda şu an yaşayan mevcut halkların ve devletlerin işgalci olduğunu düşünmektedirler. İsrail bayrağında da iki mavi çizgi ile işaret edilen Nil ve Fırat nehirleri arasının Tanrı tarafından kendilerine verildiğine inanır siyonistler ve burada Büyük İsrail Devleti'ni kurmak isterler. Evanjelikler ise İsa Mesih'in yeniden dünyaya gelmesini Büyük İsrail'in kurulmasına bağlamaktadırlar. Evanjelikler'e göre Büyük İsrail kurulduktan sonra İsa Mesih dünyaya gelecek ve tüm dünya Hristiyan olacak, sonrasında da kıyamet kopacaktır. Esasında siyonist - evanjelik ittifakı kendilerince kıyameti hızlandırmaya ve bir an evvel gideceklerini garanti gördükleri cennette sonsuza dek mutlu olmayı planlamaktadırlar.

Tüm dünyaya din ve devlet işlerinin birbirinden ayrılması diye tanımlanan laikliği empozeye çalışan ve laik sistemin çok güzel bir sistem olduğunu vaz edenlerin tüm siyasetlerini itikatları üzerine bina etmeleri çok garip değil mi? Laik sistemin havariliğini yapan ABD, İngiltere, Fransa, Almanya gibi batılı devletlerin tüm siyasetini dini ahkam üzerine bina etmiş İsrail'e sonsuz destek vermesi tuhaf gelmiyor mu? Yoksa laiklik sadece Müslümanlar’ın İslam'ı yaşamak isterken ayaklarına takılmaya çalışılan bir pranga mıydı? Devletlerin birbirine destek vermesinde tabii ki inançları haricinde farklı menfaatleri de olabilir ki bu konuda ekonomi ilk akla gelen unsurdur. Fakat Batılılar’ın İsrail'e sonsuz desteğini sadece ekonomiyle de izah güçtür. Yoksa yüz yıllarca kanlarını akıttıkları Yahudiler’in kanlarını ellerinden silerek diyet ödeme derdinde mi Batılılar? Bu fikirlerin hiçbiri size inandırıcı gelmedi değil mi? Bana da inandırıcı gelmiyor.


Gazze, Ah Gazze

 

Dün Sreprenitsa, bugün Gazze... Daha önceden başka yerlerde de olmuştu. Yarınlarda İnşallah başkaları olmaz.

Modern (!) batının gözleri önünde vahşet görüntüleri... Hatta modern (!) batının destekleriyle... Hem de Birleşmiş Milletler’in gözetiminde, batılı devletlerin desteği ve koruması altında yapılıyor bu katliam. Kendi vatandaşlarından birine bir şey olduğunda yeri göğü inletenler, ölenler masum Müslümanlar olunca nedense sus pus oluyorlar. İnsan vicdanına sığmayacak, vicdanı olanların vicdanını sızlatacak bu görüntüler maalesef dünyaya naklen izletiliyor televizyonlardan... Ruhsuz, eli kolu bağlı sadece izliyoruz tüm Müslümanlar...

“Kim bir kötülük görürse onu eliyle düzeltsin. Eğer eliyle düzeltmeye gücü yetmiyorsa diliyle düzeltsin. Eğer diliyle düzeltmeye de gücü yetmiyorsa kalbiyle buğz etsin ki bu da imanın en düşük derecesidir.” (Müslim, İman, 78) hadis-i şerifi aklımıza geliyor. İsrail tüm dünyanın gözü önünde çok büyük bir kötülük işliyor. Müslümanların yeterli güçleri yok demek ki sadece izliyorlar. Kötülüğü elleriyle düzeltemiyorlar. Peki diller, onlar neden lâl? Hatta Müslüman olduğunu söyleyen bazı vatandaşlarımızın sosyal mecralardan İsrail'e destek açıklamalarını veya İsrail zulmünü mazur gösterebilecek paylaşımlarını dahi görebiliyoruz. Zaten ülkemizdeki İsrailli büyükelçi ve bazı görevliler bu destek için teşekkür mesajı dahi paylaştılar. Dili ile söyleyemeyecekler veya yazamayacakların ya kalpleri? Neymiş efendim, Filistinliler’in dedeleri toprak satmış mı satmamış mı? Velev ki sattı. Rabbimiz demiyor mu Fatır suresinin 18. ayetinde “Hiçbir kimse başkasının günahını yüklenmez” diye? Babaların günahları nedeniyle çocuklar ceza çekmezler inancımızca. Toprak satışı olmuş olsa bile bu, şu anki yapılanları normalleştirir mi?

Diyeceksiniz ki belki “Hamas da sivilleri esir aldı veya uygunsuz bazı görüntüleri yansıdı televizyonlara...”Bir Müslüman’ın savaşta ne yapması, nasıl davranması gerektiği bellidir. Eğer bu görüntüler veya yapılanlar İslam'a aykırıysa tabii ki tasvip edilemez. Fakat İsrail sıradan, bildiğimiz gibi bir ülke de değil. İsrail'de kim asker, kim sivil belli mi? Sivil denilen yerleşimciler, ellerinde uzun namlulu ağır silahlarla Müslüman köylerini basıyorlar şu an. Hem de bazıları belki altmış yaşının da üstünde bu saldırgan siyonist yerleşimcilerin. O nedenle sivil olarak görülen kimseler gerçekte sivil mi bilemiyoruz. Bir de Hamas'ın psikolojisini düşünmek lazım. Yıllardır Gazze'de tecrit edilmiş bir topluluk var. Kilometrekareye en fazla insanın düştüğü bir bölgeden bahsediyoruz ve burası açık hava hapishanesi gibi bir yer. Ve bu tam hapis hayatı, hem karadan hem denizden hem de havadan bir ablukayla yirmi yıla yakın zamandır sürüyor. Hamas savaşçılarının çoğunun yirmili yaşlarda olduğunu düşünürseniz belki hayatında Gazze dışına hiç çıkmamış fakat Gazze dışında da büyük bir dünyanın olduğunu bilen gençler bunlar... Belki de Hamas'ın şu an en büyük silahlı gücü bu gençler. Bu şekilde yetişmiş insanlar ne kadar düzgün bir psikolojiyle hareket edebilirler ki? O da ayrıca düşünülmesi gereken bir hadise...

Ama ne olursa olsun İsrail'in tüm dünyanın gözlerinin içine bakarak yaptığı bu mezalim dünyada tarih boyunca eşine benzerine az rastlanır cinsten. Bugün sitonist Yahudiler Hitler'i dahi geride bırakacak gibiler. Son yapılan saldırıda içinde masum çocukların ve yaralıların bulunduğu hastaneyi bombalayıp yüzlerce kişinin ölümüne sebep olmaları da Hitler’i geride bırakacak cinsten... Oysa ki en büyük zulmü ve aşağılanmayı Hitler’den gördü Yahudiler...



14 Ekim 2023 Cumartesi

"I Love Me" mi!

Son günlerde televizyon reklamlarında meşhur bir tekstil firmasının reklamında yer alan bir sloganı çokça duyar olduk. “I love me” yani kendimi seviyorum.

İnsanın kendini önemsemesi tabii ki kötü bir şey değildir. Özellikle bu reklamı yapılan firmanın bir hazır giyim markası olduğu düşünüldüğünde kişinin giyinme kuşanma üstüne başına özenmesini akla getiren böyle bir slogan masum gibi düşünülebilir.

Türk kültüründe ve İslam medeniyetinde kişinin kendine, sağlığına, giyimine ihtimam göstermesi tabii ki kötü bir şey değildir. Hatta Peygamberimiz, kişinin ömrünü nerede tükettiğinden, gençliğini nerede geçirdiğinden de hesaba çekileceğini söyleyerek, insanın kıymetini bilmediği iki değerden birinin sağlığı olduğunu ifade etmektedir. Yine Peygamberimiz saçı başı karışık, üstü başı dağınık giyimli birini gördüğünde uyarıyor ve kendine çeki düzen vermesini istiyor. Yine ikinci ayet silsilesindet Müddessir suresinde Peygamberimize elbisesini temiz tutması emrediliyor.

“I love me” yani kendimi seviyorum diye sloganlaştırılan bu ifade özellikle gençlerin ve yetişmekte olan çocukların dimağında olumsuz bazı imgeler bırakabilir. Zira inancımız empatiyi, îsarı yani diğerkamlığı, fedakarlığı, başkalarını da düşünmeyi sadece kendin için yaşamamayı tüm müminlere salık vermektedir. Oysa ki modern çağa insanlardan daha çok kendini önemsemesini, kendi olmasını, önce ben demesini salık veriyor. TRT’de yayınlanan bir dizinin jenerik müziği olarak da kullanılan bir şarkının sözleri şöyle: “Dünya dönüyor ama benim etrafımda” Bu sözler ne yapılmak istendiğini özetler nitelikte sanki.

Egosantrizm de denilen ve Türkçe’ye “beniçincilik” diye çevrilen akım özellikle gençler arasında gün geçtikçe daha da popülerleşiyor gibi... Egosantrik bir beyin her olaya kendi penceresinden bakar, her olayı kendine yontar ve kendinin işine geldiği gibi yorumlar. Bu anlayışta kültürel ve medeniyet değerleri, inanç ve benzeri düşüncelerden ziyade kişinin kendi vardır yani nefsi vardır. Nefsinin, arzularının esiri olmak demek de diyebileceğimiz bu akımı nefs-i emmarenin belki de başka bir şekli veya bizatihî kendisi olarak da nitelendirilebilir. “I love me” sloganı çok masum gibi görünse dahi inanç, kültür ve medeniyet kodlarımızla çok da uyumlu olan bir slogan değildir.

29 Eylül 2023 Cuma

Hikâyecinin Hikâyesi


Kapıyı tıklattı ve bir adım geri çekildi.

Neden yapıyordu bunu?

Bazen kendisi de veremiyordu bu sorunun cevabını. Elinde yıpranmış bir bond çantanın içindeydi yılların emeği. Bu kaçıncı kapıydı geldiği? Yazdıkları değer görmüyor muydu yoksa değersiz miydi hakikaten?

Değeri bilinmeyen cevherler olarak görüyordu yazdıklarını. Yayımlatmak için kime gitse yayımlanmıyordu yazdıkları bir bahaneyle. Kimileri nazikçe reddediyor olsa da bazıları kırıcı da olabiliyordu.

Ümidini kaybettiği dönemler de olmadı değildi aslında. Yapamıyorum herhâlde bu işi deyip vazgeçme noktasına geldiği de olmuştu. Yazdıklarını gösterdiği arkadaşları hep methiyeler düzüyorlardı oysa ki yazdıklarına.

Acaba üzülmesin diye mi böyle davranıyorlardı? Birçok dergiye gönderdi yazdıklarını, yarışmalara katıldı. Ama netice yine, sıfır elde var sıfır. Dergilerin kendi kadrolarının olduğunu ve sadece kendi yazarlarının yazdıklarını bastıklarını duydu sonra birilerinden. Yarışmalar da şaibeli zaten diye düşündü ümidi tükenmek üzereyken yine.

Kapıyı bir kez daha tıklattı nezaketle.

İçindeki ümidi yitirmek istemiyordu. Yılların emeği, birikimi, uykusuzluğu, baş ağrısı, gözünün feri vardı o çantada. Vazgeçemezdi. Vazgeçmek kendini, yıllarını inkâr etmek olurdu. Direnmeliydi. Değil miydi ki, ancak azmedince başarabilirdi? Yoksa bir Molla Kasım’a mı ihtiyacı vardı gerçekten? Yıllarını heba mı ediyordu? Okul yılları bile ağır aksak gitmişti bu sevda uğruna. Yaşı ilerliyor, anne babasının ve çevresinin de beklentileri artıyordu. Hala para kazanacak bir işi yoktu ve gününün çoğunu babasının “boş iş” dediği çalışmalarla geçiriyordu. Yazdıklarının yayımlanması ve insanlar tarafından takdir edilmesini istiyordu artık. Yıllarının emeği vardı orada ve en azından emeğe hürmeten yapılmalı değil miydi bu?

Kapı üzerindeki tokmağa takıldı gözleri birden. Üçüncü kez olacaktı bu. Ne kadar zamandır oradaydı? Yıllar olmuş gibi geldi. Yıllarının emeği, çabası geldiği için mi zihnine, böyle hissetti yoksa? Yoksa artık yılgınlık mı hissediyordu yaşadıklarından? Buradan geri dönebilir miydi? Kendini inkâr olurdu dönmek. Yılların heba oluşunu itiraf olurdu bu. Bunu yapamazdı, yapmamalıydı. Ne yapmalıydı peki? İşte açılmıyordu bu kapı da. Daha ne kadar beklemeliydi?

Bir kez daha tıklattı kapıyı.

Belli ki açılmayacaktı ama olsundu. Bir müddet daha beklemeliydi belki de. Babasının dedikleri doğru muydu yoksa? Zihninin allak bullak olduğunu hissetti. Yıllarını verdiği bu yazılar “boş iş” miydi? Hayatın realitesine yenilmeli miydi? Toplumun istediği gibi işinde gücünde, sabah işine giden akşam evine dönen, okumayan, yazıp çizmeyen ve her şeyi biliyormuş gibi ahkâm kesenlerden biri mi olmalıydı? Ütopya mıydı umduğu? Elinden birden düşüverdi yere elindeki yılları. Ani bir kararla çantayı oracıkta bıraktı ve gitti. Aslında ani kararlar ve fevrîlik adeti değildi. Neden aniden yenildiğini o da anlamadı. Giderken de belki ben yazdım diye basılmadı bunlar diye düşündü. Belki de kapının önünde çantayı bulan yayınevi görevlileri, yazıları yayınevi sahibine götürürler ve yazdıkları sahipsiz birer metin olarak basılırdı. Hala içinde kalan bu ümit kırıntısına güldü ve hızlı adımlarla yürüdü, yürüdü, sadece yürüdü ardına bakmadan…

Epeyce uzaklaştıktan sonra bir an durakladı.

Şeylerini kaybetmiş veya bir şeyleri arıyormuş gibiydi. Şimdi ne yapmalıydı?

 

Hicretin Altyapısını Hazırlayan Sahabî

https://www.akasyam.com/files/uploads/user/-92770d6934.png
Servet ZEYREK

Hicretin Altyapısını Hazırlayan Sahabî

Muharrem ayındayız.

Muharrem ayı hicreti başlangıç noktası olarak kabul eden "Hicrî Takvim"in ilk ayıdır. Hz. Ömer döneminde kullanılmaya başlanan bu takvim halen kullanılmaktadır. Biz Müslümanlar bütün dinî işlerimizi bu takvime göre planlamaktayız.

"Hicrî Takvim"in başlangıç noktası olan hicret denilince aklımıza, peygamberimizin ve ashabının Mekke'den Medine'ye göç etmesi gelmektedir. Miladî 622 yılında gerçekleşen hicret sıradan bir göç olmayıp, Mekke'de inançları dolayısıyla baskı ve işkencelere maruz kalan Peygamberimiz ve ashabının İslam'ı hem daha rahat bir şekilde yaşayabilmelerine hem de İslam'ın daha geniş kitlelere ve coğrafyalara hızlı bir şekilde yayılabilmesine kapı aralamıştır.

Miladî 622 yılında gerçekleşen bu zorunlu göçün öncesine baktığımızda ise baskı, zulüm, kan ve gözyaşı görmekteyiz. Esasında Medine'ye hicret, Müslümanların ilk hicreti değildir fakat Peygamberimizin ilk hicretidir. Zira miladî 614 ve 615 yıllarında iki grup Müslüman, İslam'ı daha rahat yaşayabilme gayesi ile Kızıldeniz'i aşarak Habeşistan'a hicret etmişlerdi. Fakat bu hicret kafilelerinde Peygamberimiz yer almamış ve Peygamberimiz Mekke'de yaşamaya ve Mekke'de İslam'ı tebliğ faaliyetlerine devam etmiştir.

Peygamberimiz Mekke'de tebliğ vazifesine önce yakınlarından ve akrabalarından başlamış,  açıktan davet emrinin gelmesiyle birlikte iletişim kurabildiği tüm insanlara İslam'ı tebliğe gayret etmiştir. Peygamberimiz tebliğ faaliyetlerini Mekke'de ikamet eden kişilere yönelik olarak gerçekleştirdiği gibi aynı zamanda Kabe'ye Arabistan Yarımadası'nın farklı yerlerinden putları ziyaret, ibadet veya ticaret için gelenler kişilere de yapmaya gayret ediyordu. Peygamberimizin bu faaliyetlerine kulak veren ve Müslüman olan kişi sayısı ise çok azdı. Mekke'deki müşriklerin Müslümanların canlarına kastedecek kadar ileri giden baskılarıyla beraber Müslüman olmak, Müslüman'ım diyebilmek, İslam'ı yaşamaya gayret etmek neredeyse Mekke'de imkansız hale geliyordu. Miladî 616-619 yılları arasında üç yıl süren boykot yıllarında işkencelerin dozu iyice artmış ve Müslümanlar ile Müslümanlara destek olanlar bir mahallede tecrit edilerek bir manada ölüme terk edilmişlerdi. Boykotun kaldırılmasının ardından biraz da olsa soluklanma imkanı bulan Peygamberimiz, İslam'ı tebliğ faaliyetlerine devam ediyordu. Peygamberimiz, Kabe'ye Medine'den gelen bir grupla temas etmiş ve onlara İslam'ı anlatmıştı. Bu kişilerden altı tanesi Müslüman oldu. Bir sonraki yıl yeniden Mekke'ye gelen bu sahabîler ve onların İslam'ı anlatarak Müslüman olmalarına vesile oldukları kişiler, toplamda on iki kişi olarak 621 yılında Akabe adlı yerde Peygamberimize biat ettiler. İslam Tarihi'nde I. Akabe Biatı olarak anılan bu gelişme sonrasında İslam'la yeni şereflenen ve İslam'ı hakkıyla yaşamak isteyen bu sahabîler, Peygamberimizden kendilerine İslam'ı iyice özümsetecek, Kur'an'ı öğretecek bir sahabî vermelerini istediler. Peygamberimiz de böylece onlarla beraber Medine'ye ilk öğretmenini gönderiyordu.

Peygamberimizin Medine'de İslam'ı öğretmesi için görevlendirdiği sahabî için bu hicret ilk değildi. Zira daha önceden Habeşistan'a göç eden kafile içinde de yer alan bu sahabî, aynı zamanda Medine'ye hicret eden ilk sahabî de oluyordu. Medine'de bulunduğu ilk bir yıllık süre içerisinde Esad b. Zürare'nin evinde misafir kalan ve I. Akabe Biatı'nda Müslüman olarak Peygamberimize biat eden kişilere İslam'ı ve Kur'an'ı öğretmenin yanında tebliğ faaliyetlerinde de bulunan bu sahabî, birçok kişinin de İslam'la şereflenmesine vesile olmuştur. Medine'de Müslüman olan bu yeni sahabîlere İslam'ı anlatmanın yanında Mekke'de Peygamberimizin ve ashabının çektiği sıkıntıları, uğradıkları aşağılanmaları, baskıları, işkenceleri de anlatan Peygamberimizin bu ilk öğretmeni, bir yıl sonra 622 yılında II. Akabe Biatı olarak anılan biatta Peygamberimize yetmiş beş Medineli sahabînin biat etmesine vesile olmuştur. Peygamberimizin ve ashabının Mekke'de çektiği sıkıntılardan haberdar olan Medineliler biat sonrasında Peygamberimizi Medine'ye davet etmişlerdir. Medine'ye gelmesi halinde canlarıyla, kanlarıyla, mallarıyla Peygamberimizin ve ashabının yanında olacaklarına dair ona söz vermişlerdir. Peygamberimizin Medine'ye göndermiş olduğu bu sahabînin gayretleri ve Allah'ın da izni ve inayetiyle Medine'ye hicretin de altyapısı böylece hazırlanmıştır. Medinelilerin bu davetlerini hemen kabul etmeyen Peygamberimiz, Allah'ın da izni ile 622 yılında ashabıyla beraber gruplar halinde Medine'ye hicret etmiştir.

Peygamberimizin ve ashabının Mekke'den Medine'ye hicretinin altyapısını hazırladığı şeklinde nitelediğimiz bu sahabî, esasında çok zengin bir ailenin çocuğudur. Mekkeliler arasında çok itibarlı da olan bu aile, aynı zamanda Mekkeli müşriklerin oluşturdukları ordularda ordu sancağını da taşımakla görevli idi. Ailesi çok zengin olan bu sahabî, Peygamberimizin Mekke'de gizli bir şekilde irşat faaliyetlerini yürüttüğü Darü'l - Erkam'da genç yaşında Müslüman olmuştu. Ailesinin tepkisinden çekindiğinden ilk önceleri İslam'a girdiğini ailesiyle paylaşmamış fakat daha sonrasında bu durum anlaşılmıştı. Ailesi onu İslam'dan döndürmeye çalışmış fakat o direnmişti. İslam'dan uzaklaşması için ailesinden eziyetler görmüş, hapsedilmişti. Dininden vazgeçmemesi üzerine ailesi tarafından dışlanmış ve evinden kovulmuştu. Yaşadığı çok zengin ve müreffeh hayattan İslam için vazgeçen bu sahabî, Müslümanların ilk hicret yurdu olan Habeşistan'a hicret eden grupla Habeşistan'a gitmiştir. Bir yanlış anlaşılma sebebiyle Habeşistan'dan geriye dönmüş; I. Akabe Biatı'ndan sonra Medine'ye hicret etmiş ve birçok kişinin İslam'a girmesine vesile olmuştur. Hicretten sonra Bedir ve Uhud savaşlarına katılmış ve Bedir'de de Uhud'da da sancaktarlık görevini yapmıştır. Peygamberimize hem fizîken hem de ahlaken çok benzeyen bu sahabî, Uhud savaşı sırasında şehit olmuştur. Savaşın ardından tüm şehitler gibi o da elbiseleriyle defnedilmek istenmiş fakat üzerindeki elbisenin tüm vücudunu kapatamayacak kadar kısa olduğu görülmüştür. Baş tarafı kapatıldığında ayak tarafını, ayak tarafı kapatıldığında baş tarafını açıkta bırakacak şekilde bir elbiseyle Peygamberimiz onu o halde görünce çok üzülmüş, onu Mekke'de güzel elbiseler giyen, güzel yemekler yiyen biri olarak gördüğünü, İslam için nelerden vazgeçtiğini anlatmış; baş kısmının elbiseyle ayak kısmının ise otlarla örtülmesini ve öylece defnedilmesini istemiştir. Şehadeti sonrasında Peygamberimiz "Müminlerden bazı kimseler Allah’a verdikleri sözü yerine getirdiler, kimileri onun yolunda can verdiler, kimileri de ecellerini bekliyorlar; (vaadlerini) asla değiştirmediler." mealindeki Ahzab suresinin 23. ayetini okumuştur.

İslam için her türlü zorluğa göğüs geren, zenginliği, malı, şöhreti İslam için elinin tersiyle iten, inancını daha rahat yaşamak için memleketinden iki kez hicreti göze alabilen, Peygamberimizin ilk öğretmen olarak vazifelendirdiği, onlarca kişinin İslam'la şereflenmesine vesile olan, ilk muhacir, Bedir ve Uhud savaşlarının sancaktarı, hem bedenen hem ahlaken Peygamberimize çok benzediği söylenilen, hicretin altyapısını hazırlayan, Mus'abü'l-hayr (hayırlı Mus'ab) diye de nitelenen, Uhud şehidi bu sahabî Mus'ab b. Umeyr'dir.

Sorumluluk Bilinci

 



https://www.akasyam.com/files/uploads/user/-92770d6934.png
Servet ZEYREK

Sorumluluk Bilinci

Sorumluluk, eskilerin tabiriyle mes'ûliyet, "kişinin yapmış olduğu davranışların sonuçlarına katlanma bilinci" olarak tanımlanabilir. Her bir bireyin, bazıları tüm insanlarda bulunan bazıları ise sadece bazı bireyleri ilgilendiren görev ve sorumlulukları vardır. Çocukluktan itibaren kişiler sorumluluk almalı ve üzerlerine aldıkları sorumluluklarını yerine getirmek için çaba sarf etmelidirler. İnancımıza göre akıllı ve ergenlik çağına erişmiş her birey artık Allah (c.c.) katında sorumlu tutulmaktadır. O nedenle anne babaların "daha çocuktur, küçüktür" gibi bazı düşüncelerle sorumluluk çağına gelmiş çocuklarının sorumluluklarını ertelemelerine veya sorumluluklarını yapmamalarına vesile olmamalıdırlar. Bilakis anne babalar sorumluluk çağına ulaşan çocuklarını sorumluluklarını yerine getirmeleri konusunda ve çocuklarının sorumluluk bilincini (takva) kazanmaları konusunda teşvik edici olmalıdırlar.

            Peki, kimlere veya nelere karşı sorumluluklarımız vardır? Bunlardan bazılarını maddeler halinde kısaca açıklamaya gayret edelim.

            Allah'a Karşı Sorumluluklarımız

            En büyük ve önemli sorumluluğumuz tüm kainatı ve kainatla beraber bizleri de var eden rabbimize karşıdır. Bu sorumluluğa "kulluk" adını da verebiliriz. Rabbimiz Kur'an-ı Kerim'de bizleri kendisine kulluk etmemiz için yarattığını bildiriyor.(Zariyat Suresi, 56. ayet) Kişinin Allah'ı bilmesi, tanıması ve ona kulluk etmesi en büyük vazifesidir. Resûlullah, "Ey Muâz! Allah’ın kulları üzerindeki haklarını bilir misin?" diye sorar. Muâz, "Allah ve Resûlü daha iyi bilir." der. Resûlullah, "Allah’ın kulları üzerindeki hakkı, kendisine hiçbir şeyi ortak koşmamaları ve O’na ibadet etmeleridir." buyurur. Bir süre yol aldıktan sonra yine o mübarek ses işitilir: "Peki ey Muâz! Bunu yaptıkları takdirde kulların Allah üzerindeki hakkı nedir, bilir misin?" Muâz yine, "Allah ve Resûlü daha iyi bilir." dedikten sonra Resûlullah, "Allah’ın onlara azap etmemesi, onları cennetine koymasıdır." (İbn Hanbel, V, 239) buyurdu. Hadis-i şeriften ve ayet-i kerimeden de anlaşıldığı üzere kişinin en büyük sorumluluğu Allah'a kul olma sorumluluğudur. Diğer bütün sorumlukları bu sorumluktan sonra gelmektedir.

            Peygamberimize Karşı Sorumluluklarımız

            Peygamber efendimiz Hz. Muhammed (s.a.v.) son peygamberdir. Peygamberimize karşı en önemli sorumluluğumuz, onun son peygamber olduğuna ve ondan sonra bir peygamber gelmeyeceğine iman etmektir. Peygamberimiz Kur'an-ı Kerim'in canlı bir tefsiri olduğu için onun yaşamı yani sünnet-i seniyyesi Kur'an-ı Kerim'den sonra en büyük rehberimiz olmalıdır. Peygamberine itaati, kendine itaatle bir tutan (Nisa Suresi, 80. ayet) Rabbimiz, peygamberimizi bizler için üsve-i hasene yani en güzel örnek (Ahzab Suresi, 21. ayet) olarak nitelemektedir. Peygamberimizi kendimize rol model edinmek, onun ahlakıyla ahlaklanmak, peygamberimize karşı bir hakaret veya olumsuz bir söze tepki vermek, adı anıldığına ona salat-ü selam göndermek, onu sevmek, onun ehl-i beytini sevmek peygamberime karşı sorumluklarımızdan bazılarıdır denebilir. 

            Kendimize Karşı Sorumluluklarımız

            Kişinin kendini bilmesi, Rabbini bilmesi olarak nitelenmiştir. Kişinin kendini tanıması, negatif ve pozitif yönlerini keşfetmeye çalışması, keşfettiği pozitif yönlerini güçlendirmeye, negatif yönlerini ortadan kaldırmaya çalışması kişinin kendine karşı en önemli sorumluluğu olsa gerektir. Allah'ın insan için var ettiği sayısız nimeti ile donatılan insanın bu nimetleri yine ona verenin yolunda ve onun rızasına uygun olarak kullanması da sorumluluklarındandır. Tabi ki, kişinin öz bakımını yapması, sağlıklı bir hayat için yapması gerekenleri yapması da kendine kaşı sorumluluklarıdır. Fakat esas insanı ayakta tutanın madde değil de mana olduğu unutulmamalıdır. O nedenle de kişinin manevî doygunluğa ulaşma yolundaki uğraşı da kendine karşı bir sorumluluğudur. Zira bizleri var eden Allah, bizleri en iyi tanıyandır. O nedenle de fıtratımıza en uygun olan nizamı bizlere bildirmiştir. Rabbinin rehberliğinde bu yolda (sırat-ı müstakim) istikamet üzere olan birey, kendini tanıma ve kendini gerçekleştirme yolunda çaba içerisinde olacaktır. Bu çabası da Rabbi katında sonuçsuz kalmayacaktır. 

            Annemize ve Babamıza Karşı Sorumluluklarımız

            Allah İsra Suresinin 23 ve 24. ayetlerinde şöyle buyurmakta: "Rabbin, sadece kendisine kulluk etmenizi ve anne babanıza iyi davranmanızı emretti. Onlardan biri veya ikisi senin yanında yaşlanırsa onlara öf bile deme! Onları azarlama! İkisine de gönül alıcı güzel sözler söyle. Onlara merhametle ve alçak gönüllülükle kol kanat ger. 'Rabbim! Onlar nasıl küçüklükte beni şefkatle eğitip yetiştirdilerse şimdi sen de onlara merhamet göster' diyerek dua et." Allah, anne ve babamıza iyi davranmamızı emrediyor. Bu emrin Allah'a kulluktan hemen sonra zikredilmesi anne ve babaya yapılması istenen iyiliğin ne kadar önemli olduğunun da bir göstergesidir. Anne ve babaya güzel sözler söylenmesi de diğer bir sorumluluğumuzdur. Onlara özellikle de yaşlandıkları zaman şefkat göstermek ve onlardan acizlenmemek de diğer sorumluklarımız olarak düşünülebilir. Anne ve baba arasında kendilerine güzel davranılması konusunda annenin babaya göre bir adım önde olduğu da unutulmamalıdır. (Buhari, Edeb,2; Müslim, Birr,1)

            Akrabalarımıza Karşı Sorumluluklarımız

            Dinimiz akrabalık ilişkilerine çok önem vermiştir ve sıla-i rahimi kesmenin çok büyük bir vebal olduğunu belirtmiştir. Müslüman bir bireyin akrabalarına karşı da sorumlukları vardır. Akrabalarımızın sevinçli anlarında da kederli anlarında da yanında olmak akrabalarımıza karşı en önemli sorumluklarımızdandır. Düğünlerine, cenazelerine veya düzenledikleri merasimlerine katılmak, bir sıkıntıları olduğunda sıkıntılarını gidermek için çaba sarfetmek, bayramlarda ziyaretlerinde bulunmak gibi davranışlar akrabalarımıza karşı sorumluluklarımızdandır. 

            Komşularımıza Karşı Sorumluluklarımız

            "Komşusu açken, tok yatan bizden değildir. (Hakim, Müstedrek, c.2, s.15)" ,"Cebrail bana komşu haklarından o kadar çok söz etti ki, komşuyu komşuya mirasçı kılacağını zannettim. (Buhari, Edeb, 28)" hadis-i şeriflerini buyurmuş olan bir peygamberin ümmeti olarak komşularımıza karşı da önemli sorumluklarımız vardır. Hastalandığında ziyaretine gitmek, cenazesine katılmak, maddî bir sıkıntısı olduğunda gidermeye çalışmak, yardıma ihtiyaç duyduğunda yardım etmek, güzel bir durumla karşılaştığında tebrik etmek, kötü bir durumla karşılaştığında teselliye çalışmak, komşularımızı rahatsız edici veya onlara zarar verici davranışlarda bulunmamak komşularımıza karşı sorumluluklarımızdan bazıları olarak sıralanabilir. 

            Topluma Karşı Sorumluluklarımız

            Her bireyin içinde yaşadığı topluma karşı da sorumlukları vardır. Bu sorumlukların belki de en önde geleni, toplumu oluşturan bireylerin temel hak ve özgürlüklerine saygılı olmaktır. Kul hakkının korunmasına çok değer veren dinimiz, bu hakkın ihlalinin telafisinin sadece hakkı yenen kişiden helallik almakla olabileceğini belirtmektedir. O nedenle Müslüman bir birey içinde yaşamış olduğu toplumun bireylerinin haklarını gözetmelidir. Ayrıca yaşadığı toplumun temel değerlerini korumak, yaşamak ve sonraki nesillerine aktarımına gayret etmek de yine bireyin sorumlulukları arasındadır. 

            Çevreye Karşı Sorumluluklarımız

            İçinde yaşamış olduğumuz çevrenin bizlere bir emanet olduğu unutulmamalıdır. Bizden önce yaşayanlardan alınan bu emanet, zarar verilmeden sonraki nesillere aktarılabilmelidir. Çevrenin ve içindeki türlü nimetlerin Allah tarafından insana bilinçli bir şekilde kullanmak üzere verildiği, bu kaynakların bilinçsizce ve aşırı şekilde tüketiminin, israf edilmesinin yakın vadede bireyin kendine uzak vadede nesillerine zarar verebileceği fikri ve eylemi Müslüman'ın sorumluluğudur. O nedenle Müslüman bir birey çevreyi koruma konusunda hassas davranmalı ve bu sorumluluğunu unutmamalıdır. 

Son Günlerde Değersizleştirilen İki Dinî Kavram: Şükür ve Sabır

 Son günlerde ülkemizde baş gösteren bazı ekonomik sıkıntılarla beraber özellikle sosyal medyada bazı dinî kavramlarının alay edilircesine kullanıldığını maalesef görmekteyiz. Yaptıklarının bu dinî kavramların içini boşaltarak, bu kavramları değersizleştirdiğinin farkındalar mı bilemiyorum ama bunu iktidara veya siyasî bazı kimselere muhalefet olsun diye yaptıklarını zannediyorlar. Bazılarının amacınınsa, muhalefetle beraber İslam'ı ve kavramlarını değersizleştirmeyi de hedeflendiğini düşündüğüm bu kimselerin, en çok dillerine doladıkları kavramlar hamd, şükür ve sabır kavramları... Yazının devamında şükür ve sabır kavramlarının geçtiği bazı ayetleri paylaşacak ve en sonunda da bir hadis-i şerif paylaşarak bu kavramların değerini Allah ve resulünün dilinden ifade edeceğiz...

 

Şükürle İlgili Kur'an'dan Bazı Ayetler

- O halde siz beni anın, ben de sizi anayım. Bana şükredin ve sakın nimetlerime nankörlük etmeyin. Bakara, 152

- Ey iman edenler! Size verdiğimiz rızıkların temiz ve helâl olanlarından yiyin! Eğer yalnız Allah’a kulluk ediyorsanız O’na şükredin! Bakara, 172.

- ... Doğrusu Allah, insanlara karşı çok lutufkârdır, fakat insanların çoğu şükretmez. Bakara, 243

- ... Öyleyse Allah’a karşı gelmekten sakının ki şükretmiş olasınız. Âl-i İmran, 123

- ... Allah, şükredenleri mükâfatlandıracaktır. Âl-i İmran, 144

- ... Şükredenleri en iyi bilen Allah değil midir? En'am, 53

- Gerçek şu ki sizi yeryüzüne yerleştirdik; orada sizin için geçim vasıta ve kaynakları var ettik. Fakat siz ne kadar az şükrediyorsunuz! Araf, 10

- (Şeytan) “Sonra onlara mutlaka önlerinden, arkalarından, sağlarından ve sollarından sokulacağım. Sen de onların çoğunu şükredici bulamayacaksın” dedi. Araf, 17

Hiç şüphesiz Allah, insanlara karşı büyük lutuf sahibidir, fakat onların çoğu şükretmezler. Yunus, 60

- “Hani Rabbiniz size: «Şâyet şükrederseniz size olan nimetlerimi artırır da artırırım. Yok eğer nankörlük ederseniz, şunu bilin ki benim azabım çok şiddetlidir» buyurmuştu.” İbrahim, 7

- Allah sizi annelerinizin karnından hiçbir şey bilmez halde çıkardı; size işitme özelliği, gözler ve gönüller verdi. Umulur ki şükredersiniz. Nahl, 78

- Ey insanlar! Rabbinizin emrine uyun. Çünkü sizin için kulaklar, gözler ve kalpler yaratan O’dur. Ne kadar da az şükrediyorsunuz? Müminun, 78

- Düşünüp öğüt almak, bir de Rabbine şükretmek isteyenler için geceyle gündüzü peş peşe getiren de O’dur. Furkan, 62

- Şüphesiz Rabbin insanlara karşı sonsuz bir lutuf sahibidir; ne var ki onların çoğu şükretmezler. Neml, 73

 

Sabırla İlgili Kur'an'dan Bazı Ayetler

- Sabır ve namazla Allah’tan yardım isteyin. Doğrusu namaz çok ağır ve çetin bir iştir. Bakara, 45

- Ey iman edenler! Sabrederek ve namaz kılarak Allah’tan yardım isteyin! Çünkü Allah, sabredenlerle beraberdir. Bakara, 153

- Sizi mutlaka biraz korku ve açlık ile; biraz da mallardan, canlardan ve ürünlerden noksanlaştırmak sûretiyle imtihan edeceğiz. Sabredenleri müjdele! Bakara, 155

- (Muttakiler) Onlar sabreden, söz ve davranışlarında dürüst olan, ilâhî emirlere gönülden itaat eden, mallarını Allah yolunda harcayan ve seher vakitlerinde Allah’tan bağışlanma dileyenlerdir. Âl-i İmran, 17

- Rasûlüm! Sabret; şunu bil ki sabretmen de ancak Allah’ın yardımıyla olur... Nahl, 127

- Rasûlüm! Sen onların alay ve inkâr dolu sözlerine sabret!... Taha, 130

- Onlar ki, yanlarında Allah anıldığı zaman kalpleri derin bir saygıyla ürperir, başlarına gelen musibetlere sabreder, namazı dosdoğru kılar ve kendilerine verdiğimiz rızıklardan bir kısmını Allah yolunda harcarlar. Hac, 35

- İşte onlara sabretmelerinden ötürü mükâfatları iki kat verilecektir. Bunlar kötülüğe iyilikle mukâbele eder ve kendilerine verdiğimiz rızıklardan Allah yolunda harcarlar. Kasas, 54

- (Lokman oğluna) “Evlâdım! Namazı dosdoğru kıl, iyiliği emret, kötülükten sakındır ve bu uğurda başına gelecek musîbetlere sabret. Çünkü bunlar azim ve kararlılık gerektiren mühim işlerdir.” Lokman, 17

- Asra yemîn olsun ki, İnsan gerçekten ziyândadır. Ancak iman edip sâlih ameller yapanlar, birbirlerine hakkı tavsiye edenler ve birbirlerine sabretmeyi öğütleyenler müstesnâ! Asr, 1-3

 

“Müminin hâli ne hoştur! Her hâli kendisi için hayırlıdır ve bu durum yalnız mümine mahsustur. Başına güzel bir iş geldiğinde şükreder; bu onun için hayır olur. Başına bir sıkıntı geldiğinde ise sabreder; bu da onun için hayır olur.”

(Müslim, Zühd, 64)

40

Kırk sayısı Kur'an-ı Kerim'de dört tane ayette geçmektedir. Bakara Suresi'nin 51. ayetinde, Araf Suresi'nin 142.ayetinde, Maide Suresi'nin 26. ayetinde ve Ahkaf Suresi'nin 15. ayetinde kırk sayısı yer almaktadır.

Bu ayetlerin içeriklerine bakıldığında Bakara Suresi'nin 51. ve Araf Suresi'nin 142. ayetinde Hz. Musa'nın Sina'da kaldığı gece sayısı, Maide Suresi'nin 26. ayetinde İsrailoğulları'nın çölde avare bir şekilde dolandıkları yıl sayısı ve Ahkaf Suresi'nin 15. ayetinde de insanın olgunluk yaşına işaret edilirken kırk sayısının kullanıldığını görmekteyiz. 

Ahkaf Suresi'nin 15. ayetinde "...Nihayet çocuk olgunluğuna ulaşıp kırk yaşına girince..." şeklindeki ifade kırk yaşın insanın olgunluk dönemi olduğunu vurgulamaktadır. Ayette bahsedilen kırk yaşın ay takvimi hesabına göre olduğu varsayılırsa şu anki kullandığımız ve güneş takvimine göre hesaplanan resmî takvim olarak kullandığımız miladî takvime göre bu yaş otuz dokuza yakın bir yaşa tekabül edecektir.  Ayette belirtilen belirtilen olgunluğun zihnen mi, bedenen mi yoksa her ikisi de mi olduğunu bilemiyoruz ama insanların birçoğu da kırk yaşın hayatın çok önemli bir dönüm noktası olduğunu kabul eder. Bu kabulü kültür ve medeniyetimizin en önemli bilgi ve kültür aktarım araçlarından olan atasözü ve deyimlerimizde de görmemiz mümkün. Kırkından sonra at olup da kuyruk mu sallayacak, kırkından sonra azanı teneşir paklar, kırkından sonra azmak, kırkından sonra saza başlayan kıyamette çalar, kırkından sonra saz çalmak, kırk yıl kıran olmuş eceli gelen ölmüş gibi deyim ve atasözleri, bebeklerin kırkının çıkarılması, ölünün ardından kırkına okunması gibi bazı yapılagelen eylemler de kırk sayısının toplumumuzda farklı bir yeri olduğunu göstermektedir.

Kırk yaşın özellikle erkeklerin hayatlarında çok önemli kırılmaların olabileceği bir yaş olduğunu ifade eden psikologlar bazı erkeklerin "kırk yaş sendromu" diye ifade edilen bir nevi psikolojik buhran dönemlerinin de kırklı yaşlarda olabileceğini ifade etmekteler. Doğumundan itibaren kırklı yaşlara kadar yaşadığı süre kadar sonrasında yaşayamayabileceğinin farkına varan birey, kırklı yaşlarda iç sorgulamalara ve iç hesaplaşmalara başlayabilmekte. Bedeniyle ilgili değişimlere veya baş göstermeye başlayan hastalıklara karşı göstereceği tepkiler de bazı bireylerde buhranlara sebebiyet verebilmekte.

Hayatlarında büyük değişimler yaşayan bazı meşhurların da hayatlarındaki bu büyük değişimleri otuzlu yaşların ortalarından itibaren veya kırklı yaşlarda yaşadıklarını görmekteyiz. Sultan'üş Şüara lakaplı büyük şair, düşünce ve aksiyon adamı Necip Fazıl Kısakürek İslamî bir yaşantıya meylettiği dönemlerde otuzlu yaşların ortalarındadır. Günümüzde yaşayan en büyük şairlerden İsmet Özel hayatındaki büyük değişimi yaşadığında otuzlu yaşların başlarındadır. Sanatçı Engin Noyan İslam'a yöneldiğinde kırklı yaşlardaydı. Ünlü oyuncu ve musikişinas Ahmet Özhan dine meyletmiş bir hayatı otuzlu yaşlardayken tercih etti. Eski manken ve oyuncu Yaşar Alptekin daha dindar bir yaşamı tercih ettiğinde kırklı yaşlarda, oyuncu Gamze Özçelik ise tesettüre büründüğünde otuzlu yaşların ortalarındadır. Tabi ki hayatlarında İslamî bir dönüşüm yaşayan her birey otuzlu veya kırklı yaşlardayken bu değişimi yaşamadı. Fakat otuzlu ve kırklı yaşlarda olan bu değişimler dikkate şayandır. Peki, tam tersi dönüşümler olmamış mıdır bu yaşlarda? Muhakkak olmuştur ve olmaktadır. Tesettürlü bir yaşamı çocukluğundan itibaren sürdüren bazı kadınların bu yaşlarda tesettürü bıraktıklarını, öncesinde muhafazakar veya mazbut bir yaşam süren bazı erkeklerin bu yaşlarda içkiye veya uygunsuz bazı ortamlara alıştıklarını da görebilmekteyiz. 

Peygamberlerin ekserisinin peygamberlikle görevlendirildiklerinde kırklı yaşlarda olduklarının rivayet edilmesi ve peygamberimize de risalet görevinin kırk yaşında iken verilmesi de dikkat çekicidir. Ahkaf Suresi'nin 15. ayetinde belirtilen "...Nihayet çocuk olgunluğuna ulaşıp kırk yaşına girince..." ifadesiyle peygamberimize kırk yaşındayken risalet görevinin verilmesi de paralel olarak değerlendirilebilir. Peygamberlik gibi ağır bir vazifenin  verileceği kişinin de muhakkak olgun bir kişiliğe sahip olması gereklidir. Aksi takdirde risalet görevini yerine getiremeyecektir. Allah'ın böylesi bir görevi ehil olmayan birine vermesi tahayyül dahi edilemez.

18 Haziran 2023 Pazar

Moda Karşısında Müslüman'ın Tavrı

 

Psikologlar insanların giyimlerinde tercih ettikleri renklerin psikolojileri ve ruh halleri hakkında bilgi verdiğini söylüyorlar. Tercih edilen renkler eğer ziyadesiyle koyu renkler ise bu renkleri tercih edenlerin daha karamsar içe dönük kişilikler olduğunu daha renkli giysileri tercih edenlerin ise daha dışa dönük ve neşeli tipler olabileceğini varsayıyorlar.

İnsanlık tarihi boyunca insanların giyim kuşamlarına bakıldığında her milletin kendince bazı giysiler geliştirildiği görülmektedir. Yaşadığı bölgenin iklim koşulları, hayat şartları ve inançları giyim üzerinde muhakkak etkilidir. Fakat bu eğilim son ikiyüz yıldır tüm dünyada azalım göstermiş son yıllarda ise neredeyse tamamen ortadan kalkmıştır. Bundan yüzelli yıl önce dünyanın en kozmopolit şehirlerinden biri olarak düşünülebilecek İstanbul'da gezen bir kişi, insanların giyim kuşamlarından hangi milletten veya inançtan olduğunu rahatlıkla anlayabilirdi.

Yıllar içerisinde iletişim kanallarının ve teknolojinin de artmasına bağlı olarak küreselleşen dünyada birçok şey tektipleştiği gibi kıyafetler de tektipleşmiştir. Artık insanların giyimlerine bakılarak hangi millete veya hangi inanç grubuna mensup olduğunu anlamak neredeyse imkansızdır. Teknolojinin ve küreselleşmenin ulaşamadığı Afrika veya Asya'da bazı bölgelerin haricinde, neredeyse her yerde herkes aynı şeyleri giymeye başladı. Afrika'da çekilen bir belgeselde sokakta top koşturan bir çocuğun sırtında Barcelona forması görmek mümkün veya birçok ülkede o ülkelerin çeşitli özelliklerini de üzerinde taşıyan yöresel kıyafetler sadece müzelerde sergilenmekte artık.

Peki, kim belirliyor giydiklerimizi? İsmine moda denen yapı şekillendiriyor tüm dünyanın giyimini artık. Paris, Londra, Los Angeles, Milano gibi merkezlerdeki tasarımcıların çizdiği çizgiler yönetiyor insanların giyimlerini. Hangi rengin daha moda olduğu, hangi tarz giysileri giymenin modaya uygun olduğunu bu insanlar belirliyor. Her yıl yenilenen moda renk ve tasarımlar insanların israfa girmelerine de yol açabilmekte. Bir önceki yıl alınan bir giysi sonraki yıl halen giyilebilir olduğu halde, modası geçtiği gerekçesiyle çöpe atılabiliyor. Satıcılar moda olmadığını düşündükleri veya onlara o senenin modası olmadığı söylenen kıyafetleri dükkanlarda dahi getirmemektedirler. Alıcı dükkana gittiğinde moda olup olmamasına bakmaksızın bir önceki yılın ürünlerini almak istese de dükkanlarda bulamayabiliyor. Veya bir önceki yıl giyilse moda olmadığı gerekçesiyle yadırganabilecek bazı renkler veya kıyafetler birkaç yıl sonra moda oldu diye eleştiren veya garipseyenler tarafından dahi rahatça ve beğenilerek giyilebilmektedir. İnsanların algılarının moda yoluyla nasıl yönlendirildiğinin de bir kanıtıdır aslında bu.

Peki, Müslüman'ın moda karşısındaki tavrı nasıl olmalıdır? İnancımızda erkeğin ve kadının vücudunun ne kadarını, nasıl kapatacağı belirtilmiştir. Bu sınırlar erkekler için göbek ve diz kapağı arasıyken kadınlar için ise el, ayak ve yüz haricinde kalan tüm bedendir. Esasında vücudun kapatılması gereken bölümlerinin hangi kıyafetlerle kapatılacağı noktasında bir zorlama veya baskı yoktur inancımızda. Fakat giysinin dar olmaması ve içini gösterecek kadar şeffaf olmaması esastır. Esasında bu sınırlar namazın farzlarından biri olan setr-i avretin aynıdır. Yani Müslüman'ın kıyafeti her an namaz kılabileceği tarzda olmalıdır. Her Müslüman kendi kültürel yapısına göre İslam'ın ilkeleri çerçevesinde giyinebilmektedir. O nedenle renk seçimi veya kıyafetin şekli İslamî usuller çerçevesinde kişilerin kültürel durumlarına göre zevklerine bırakılmıştır. Başka din mensuplarına benzemeyi hoşgörmeyen bir dinin mensubu olan Müslüman, insanları tekdüzeleştiren ve bazen de inancının gereği olarak yapması gerekenler noktasında sınırları zorlayabilecek moda karşısında da Kur'an ve sünnet filtresini göz önünde bulundurmalıdır. Eğer giysiler veya giyinme ile ilgili tutumlarımız Kur'an'a ve sünnete uygunsa bu davranışlar devam ettirilebilir. Fakat dinî hassasiyeti olan Müslüman bir birey, her ne kadar moda olduğu gerekçesiyle bazı şeyleri yapıp yapmama, bazı kıyafetleri giyip giymeme hususunda sosyal baskıya -mahalle baskısı da denilebilir- maruz kalsa da Kur'an ve Sünnet çizgisinden ayrılmamalı ve bu baskıları boyun eğmemelidir.


11 Haziran 2023 Pazar

Projeler ve Çalışmalarım...

 İçerisinde bulunduğum veya bizzat uygulayıcısı olduğum proje ve etkinlikleri paylaştığım blog sayfamı ziyaret edebilirsiniz.

https://servetzeyrekhoca.blogspot.com/

Haz, Mutluluk, Huzur


Modern insan haz, mutluluk ve huzur kavramlarının hayatındaki yeri ve yansımaları hakkında kafa karışıklığı yaşıyor kanaatimce. Anlık zevkler veya kısa süre sonra ortadan kalkacak arzuları önceleme olarak tanımlanabilecek haz daha ziyadesiyle nefsî olarak düşünülebilir. İslam anlayışında yer alan nefis mücadelesi esasında bu anlık zevklerin insanın iradesince frenlenmesi anlamına gelmekte. Peygamberimizin nefis mücadelesini “büyük cihad” olarak tanımladığını, Kur'an'da hevalarını ilah edinenlerin yerildiği, nefs-i emmarenin kötülüklerinden bahsedildiği bilinmektedir. Eski Yunan filozoflarından Aristippos ve Epikuros tarafından ortaya konan ve Türkçe'ye “hazcılık” olarak çevrilen “hedonizm” insanın haz aldığı şeyi doğru kabul eden ve her zaman kişiye haz veren şeye yönelmenin gerekli olduğunu ifade eden bir anlayıştır. Günümüz insanının bir kısmında bu anlayışın hakim olduğu ve insanların eyyamcılık olarak ifade edebileceğimiz şekilde günlük yaşadıklarını sanki yarınları yokmuş gibi, amaçsız gibi yaşadıklarını maalesef görmekteyiz.

Anlık zevklerin esiri olmadığını düşünen veya hakikaten böyle olmayan insanlar da mutluluğun peşindeler. Mutlu olmak veya hayatını mutlu olarak geçirmek için insanlar yoğun uğraş vermekteler. Hatta bazıları bu amaç uğruna profesyonel destek almakta, psikolog ve psikiyatrist kapısı aşındırmakta. İnancımız dinin amacının dünya ve ahiret mutluluğu olduğunu vaz ederken insanların neden mutlu olamadıklarını veya mutlu olmak için neden bu kadar arayışta olduklarını belki de insanların dine karşı olan konumlarıyla bağlantılı düşünmek gerek. Modern insanın İslam'a karşı kendini konumlandırdığı yer, belki de ne kadar mutlu olabileceğinin de bir göstergesi.  Dine yakın olma, dinî bir yaşantı sürme, mutluluğu bize yaklaştırabilir çünkü insanı yaratan Allah, onun fıtratını, özünü, yapısını en iyi bilendir. “O halde dünya ve ahiret mutluluğunu hedefleyen bir inancın mensubu olan Müslümanların yaşadığı ülkeler ne kadar mutlu?” diye bir soru akla gelebilir -ki gelmesi de normaldir- Dünyada yapılan mutluluk araştırmalarında genelde nüfusunun büyük çoğunluğu Müslüman olan ülkelerde mutluluk endeksleri düşük çıkmakta. Burada insanların mutluluktan ne anladıkları da önemli olmakla beraber, insanlara saadeti vaat eden bir dinin mensubu olma iddiasında olanların o inancı ne kadar yaşadıkları da etüt edilmelidir.

İnsanın aradığı şey belki de mutluluktan da öte huzurdur. Eğer huzur yoksa insanı mutlu edecek şeyler de insanı belli bir yere kadar tatmin edebilir. Huzur belki de anlamlı bir hayatın sonucu olarak ortaya çıkmakta. Kur'an'dan öğrendiğimiz birçok peygamber toplumlarıyla sıkıntı yaşadılar ama Rablerinin isteğini yerine getirmenin huzuru vardı muhakkak içlerinde. Hz. Yusuf kuyuda mutlu değildi ama huzurluydu. Hz. Musa kavmiyle yıllarca çöllerde hayat sürerken sıkıntı içerisindeydi ama huzurluydu. Hatta Rabbinin emirlerini tebliğ ettiği için şehit edilen Hz. Zekeriya can verirken muhakkak ki mutlu değildi ama huzurluydu.

O halde şunu söylemek lazım... İnsanı gerçek manada mutmain eden, kalbini,ruhunu, gönlünü ferahlatan şey ne anlık hazlar ne de mutlu olduğunu düşündüğü anlar. İnsanı ancak anlamlı bir hayat, her ne kadar çeşitli sıkıntılarla dolu olsa da bir ideal uğruna verilen çaba tam manasıyla teskin edebiliyor. “Acıyı bal eylemek” de böyle bir şey olsa gerek...


Kur'an'ın İlk Emri Oku Mu?

 Eskiden beri çokça duyduğumuz bir cümle olduğunu düşündüğüm “Kur’an’ın ilk emri oku” ifadesi doğru mudur veya ne kadar doğrudur?

Peygamberimize ilk vahiy Nur Dağı’nda bulunan Hira Mağarası’nda geldi. Kur’an-ı Kerim’de Alak suresinde yer alan bu ayetler surenin ilk beş ayetini oluşturmaktadır. Surenin geri kalan ayetleri ise daha sonradan indirilmiştir. Bu surenin ilk ayeti genelde Türkçe’ye “Yaratan Rabb’inin adıyla oku” şeklinde çevrilmektedir. Ayette geçen “oku” ifadesi çoğu zaman ön plana çıkarılarak “Kur’an’ın ilk emri oku” şeklinde ifade ediliyor. Fakat kanaatimizce burada bir ayrıntı kaçırılmaktadır. Ayetin Türkçe ifadesinin sadece yüklemi “oku”dur. Cümlenin öncesini görmezden gelip sadece yüklemine odaklanmak kanaatimize göre ayete çok dar bir bakışın ürünüdür.

Ayeti başından itibaren tekrar okuduğumuzda ayette verilen “Yaratan Rabb’inin adıyla” vurgusu bu okumanın nasıl olması gerektiği konusunda önemli bir metot ortaya koymaktadır. Ayetin başında ifade edilen “Yaratan Rabb’inin adıyla” ifadesinin ıskalanması manayı çokça daralttığı gibi aynı zamanda bir insana sadece ‘gel’, ‘git’, ‘bak’, ‘yap’ gibi emir kalıplarıyla seslenmek gibidir. Nasıl ki bir insana sadece ‘git’ dediğinizde ‘nereye gideyim’, ‘kiminle gideyim’, ‘nasıl gideyim’ gibi birçok soruya muhatap olursunuz; işte aynı bu şekilde de bir kişiye sadece ‘oku’ dendiğinde ‘ne okuyayım’, ‘neyi okuyayım’, ‘nasıl okuyayım’, ‘niçin okuyayım’ gibi birçok soruya muhatap olmanız kaçınılmazdır.

İnsan tabi ki okumalıdır. Kitapları okumalıdır, tabiatı okumalıdır, insanı okumalıdır, hayatı okumalıdır. Fakat bu okuma ayette vurgulanan şekilde, vurgulanan metotla olmalıdır. Bu okumalar ‘Yaratan Rabb’inin adıyla’ olmalıdır. Onun için olmalıdır, ona dair olmalıdır. Buradan sadece dinî içerikli kitapların okunması gibi bir mana da çıkarılmamalıdır. Zira okunması istenen sadece dinî içerikler değildir. Mülk suresinin 3. ayetinde belirtilen “Yedi göğü birbiriyle tam bir uygunluk içinde yaratan O’dur. Rahmân’ın yaratışında hiçbir uyumsuzluk göremezsin. Gözünü çevir de bir bak, bir bozukluk görebiliyor musun?” hitabı kâinat kitabının da okunması gerekliliğini göstermektedir. Ayrıca Zariyat suresi 47, Rahman suresi 33, Necm suresi 1, İnşikak suresi 19, Enbiya suresi 32, Mülk suresi 16 ve 17, Yasin suresi 38-40 gibi birçok ayet sadece yeryüzünün değil gökyüzünün, uzayın da insanlar tarafından okunması lazım gelen bir kitap olduğunu ortaya koyar.

 “Yaratan Rabb’inin adıyla oku” ayetine muhatap olan insan neyi, niçin okuması gerektiğinin farkında olmalıdır. Bazılarının söylediği ‘oku da neyi, nasıl okursan oku’ gibi bir yaklaşımın bazı olumsuzluklarının da olabileceği unutulmamalıdır. Bedenimizin beslenmesi, güçlenmesi için tükettiğimiz faydalı gıdalar olduğu gibi bedenimize zarar veren hatta zehirleyici ve kesinlikle uzak durulması gereken gıdalar da vardır. Nasıl ki vücuda zararlı hatta vücudu zehirleyici gıdalar varsa okuma noktasında da zararlı hatta zehirleyici okumalar olabilir. “Eğer bilmiyorsanız bir bilene danışın (Nahl suresi, 43)” emr-i ilahîsi uyarınca bu okuma yolculuğu belki de bir bilenin rehberliğinde yapılmalı. Ve beyne zararlı ve hatta zehirleyici olan şeyler belki de hiç okunmamalı veya bazı kişilerce hiç okunmamalı. Peygamberimizin bolca yaptığı dualardan biri olarak rivayet edilen “Faydasız ilimden sana sığınırım (Tirmizi, Daavat, 68)” duası belki de buna işaret etmekte.

Son yıllarda belki de tarihte hiç olmadığı kadar basılı yayın olduğu gibi aynı zamanda internet sayesinde birçok yazılı materyale ulaşmak veya dijital cihazlar yoluyla bunları kaydedip okumak mümkün. Bir bilgisayarın bir kütüphane dolusu kitabı alabildiği bir çağda neyi, nasıl okumanın gerekliliği daha da önemli hale geldi. Bilgiye ulaşmanın hiç olmadığı kadar kolay olduğu çağımızda, insanların algıları kolaylıkla maharetli eller tarafından yönetilebilirken aynı zamanda kafa karışıklığına da yol açabilecek birçok yayın, kolaylıkla ulaşılabilir haldedir. Böyle bir ortamda yapılacak okumaların muhakkak daha da dikkatli olması gereklidir.

 Okumayı beynin gıdası olarak değerlendirirsek eğer; nasıl ki karnımızı doyururken sürekli abur cubur yemek bedene zarar veriyorsa sürekli abur cubur bilgi ve kitap okuma da beyne zarar verebilir. Yemek yemede nasıl ki bir usul varsa okumada da bir usul olmalıdır. Ve yaptığımız okumalar “Yaratan Rabb’inin adıyla oku” emr-i ilahîsine uygun olmalıdır. Ayrıca bu ayetin bir teklif cümlesi değil bir emir cümlesi olduğu da unutulmamalıdır.

15 Nisan 2023 Cumartesi

Eşik


Kapının önüne kadar zorlukla gelebildi. Kapının karşısında, kalabalık koridorda flulaşan sesler ve görüntüler arasında öylece kalakaldı. Sanki zoraki, bir el onu oraya kadar getirmiş ve o elin etkisi üzerinden kalkınca oracıkta öylece kalakalmıştı. Bırak bir adım daha atmayı kolunu dahi kaldırabilecek mecali kendinde hissetmiyordu. Ağzı, boğazı kupkuru, avuçları ise aksine ter içerisindeydi. Birden kendinden geçer gibi oldu, soğuk bir ter boşandı üstünden. Gözleri dalgınlaştı. Mazide bir anı arar gibi oldu ve yine o ana sabitlendi. Herkesin hayatında bazı önemli kırılma noktaları vardır ya hani... Hayatının kırılmayı bırak paramparça olduğunu hissettiği o güne gitti yine...

Kalabalıklar arasında yapayalnız hissetmişti o gün kendini. Çevresindeki birçok insan onu teselliye çalışıyordu. Bazıları başını okşuyor, bazıları ise babasının ne kadar güzel bir adam olduğundan bahsediyordu. Hiç kimse içinden kopan dağın farkında değildi. Hiç kimse yalnızlığını giderebilecek gibi de değildi. Hele toprağa konduğu ve her mezarının başına gittiğinde toprağını baba diye kucakladığı o an aklına gelince gözlerinden belli belirsiz yaşlar boşandı.

Bu yoksunluğu kim giderebilirdi ki? Bu boşluğu kim doldurabilirdi? Sana en yakınım diyen kişiler bile bu yoksunluğu gideremedi. Hep bir yanı eksik kaldı, hep... Her babalar günü geldiğinde okula gitmedi mesela, sokağa çıkmadı. Sokakta babasının elinden tutmuş yürüyen bir çocuğu her gördüğünde gözleri buğulandı, göğsü sıkıştı. Okuldan çıkışta arkadaşlarını babaları almaya geldiğinde hep böyle hissetti yine. Her sene, sene başında derse yeni giren öğretmenlerin “Baban ne iş yapıyor?” şeklindeki sorularına muhatap olmamak “Benim babam yok, öldü” dememek için türlü bahaneler uydurup ilk haftalar okula gitmedi örneğin. Ve bunu kimseye söyleyemedi. Ya şimdi, babasından sonra bir yoksunluğu daha gönlü kaldırabilir miydi? Bunu düşünmek bile istemiyordu. Tekrar yutkundu, kuruyan boğazını ıslatmak için.

Kalakalmıştı işte öylece... Ne ileri gidebiliyor ne de geri gidebiliyordu. Verilecek haberden korkuyordu belli ki... Bir de kendini korkusuz addederdi. Delikanlılığın da verdiği o deli kanlılıkla hiçbir şeyden korkmadığını zannediyordu. Belki de babasının yoksunluğundan doğan güven duygusu eksikliğini böyle kendini inandırarak tatmine çalışıyordu. Güçlü olduğuna kendini gerçekten inandırabiliyor muydu? Şimdi karşısında durduğu o kapının koluna dahi dokunmaya cesaret edemiyordu. Sanki kapının koluna dokunsa çökecekti kalbi.

Elini uzatıverdi sonunda istemsizce kapının koluna. Sanki eli vücudundan bağımsız hareket edivermişti. Kapı açıldı ve eşikten atıverdi kendini içeri. Karşısında odanın kapısını cepheden gören masasında elindeki evrakla ilgilenen doktor başını kaldırdı, bir an göz göze geldikleri doktorun gözleri yeniden düştü evraka. Belli ki vereceği haberin ağırlığından diye yorumladı ve onun da çöktü içindeki sarsılmaz zannettiği dağlar. Elleri titredi, dizleri titredi, içi titredi. Ellerinin titremesini durdurmak istercesine bir eliyle diğerine destek vererek ellerini birleştirdi önünde istemsizce. Boş gözlerle bakakaldı doktora... O da mı bırakacaktı onu? Babasının mezarının toprağını kucaklayan o kollar şimdi de annesinin toprağını mı kucaklayacaktı?

25 Nisan 2022 Pazartesi

Islak

 Islak

Kapıyı sessizce tıklattı. İçeriden gelen, duymakta zorlandığı "Gir" sesi sonrası odaya girdi. Masasında oturan ve bir şeylerle meşgul olan müdür yardımcısı, gelen kişi kim diye kafasını bile kaldırıp bakmadı. Öylece kalakaldı bir süre odanın ortasında. Zaman sonra çekingen bir eda ve kısık bir sesle; "Geç kağıdı alacaktım" dedi. Kafasını masasından kaldırmadan işiyle ilgilenmeye devam eden müdür yardımcısı bir hışımla; " Geç kağıdı yok demedik mi? Vaktinde geleceksiniz okula, çık dışarı" diye payladı onu. 

Sessizce çıktı odadan. Aslında kafasını kaldırıp baksaydı müdür yardımcısı, sicim gibi yağan yağmur altında okula yürüyerek gelmek zorunda olan, şemsiye ve kabanı olmadığı için sırılsıklam olmuş ve karşısında dal gibi titreyen çocuğu görecekti. Üstüne giydiği birbirine uyumsuz pantolon ve ceketin, birinin abisinin diğerinin de bir yakınlarının kullandıklarını ve artık üstlerine olmadıkları için onun giymek zorunda olduğunu, ayağındaki en az iki üç numara büyük ayakkabının da babasına geçici işçi olarak çalıştığı fabrikadan verildiğini bilmeyecekti belki ama yine de haline acıyacaktı belki de.

Müdür yardımcısı odasından sessizce çıktıktan sonra hızlı adımlarla sınıfının yolunu tuttu. Sınıfta derse geç kaldığı için tüm arkadaşlarının önünde fırça yiyeceğini ve ezilip büzülerek rezil olduğunu hissedeceğini bile bile adımlarını hızlandırıyordu. Hem belki çok hızlı giderse, öğretmenini henüz derse başlamamış olarak bulacak ve küçük bir ihtimal de olsa öğretmenin de eşref saatiyse eğer fırça yemekten kurtulacaktı. Sınıfın kapısına kadar geldi ve alelacele kapıyı çaldı. İçeriden gelen "Gir" sesi sonrası hızlıca içeri girdi. Karşısındaki İsmail Hocasıydı. Halbuki ders, öğrenciler arasında sertliği ve tavizsizliğiyle tanınan Ömer Hoca'nın olmalıydı. Ders programına yanlış mı bakmıştı, yoksa ders programı mı değişmişti onun haberi olmamıştı; bunların bir önemi yoktu. Karşısında Ömer Hoca değil de babacan tavırları ve zorluklar içerisinde okuyarak öğretmen olduğu belli olan ve belki de o nedenle halden anlayan tutumuyla İsmail Hoca'sını görünce ferahladığını hissetti birden. İsmail Hoca, onu bu halde sırılsıklam olmuş ve titrer halde görünce neden geç geldiğini dahi sormadan gürül gürül yanan sobanın yanında oturan bir arkadaşını kaldırarak onu hemen sobanın yanına oturttu. Yoklamayı da henüz almamıştı ve onu yok yazmayacaktı. İsmail Hoca hep böyle yapardı zaten. Öğrencilerin bir kısmının yaya olarak veya bisikletleriyle civar köylerden şehirde bulunan okula geldiklerini bildiği için ilk dersin yoklamasını on dakika geç alırdı hep. O gün de öyle yapmıştı.

Usulca yanına yaklaştı İsmail Hoca öğrencisinin. Neden geciktiğini sordu. Aslında her zamanki vaktinde çıkmıştı yola o gün de. Yola çıktığında hafiften yağmur çiseliyordu. Yanına şemsiyesini almamıştı. Zaten alsa da ne olurdu ki o şemsiyeden? Telleri kırık, ilk rüzgarda geri dönen çalı süpürgesi gibi bir şeydi. Kabanı olsa belki onu giyerdi üstüne ama o da yoktu. Yağmur hızlandıkça o da hızlanmaya çalışmıştı ama nafile... Hızlanmaya çalışan da sadece o değildi üstelik. Yanından hızla geçen bir araba yolun kenarında biriken suları kafasından aşağı bir kova suyu boca edercesine boca etmiş ve onu sırılsıklam hale getirmişti. Yağmurda ıslandığı yetmiyormuş gibi bir de arabanın yaptığı üstünde neredeyse kuru yer bırakmamıştı. Ne olup bittiğine dahi bakmayan şoför basıp gitmişti. Arkasından bakakaldığı arabayı sanki tanıyacak gibiydi bir yerlerden ama şimdi bunu düşünmenin hiç de sırası değildi. Hem tanısa bile neye yarardı ki; sırılsıklam olmuştu bir kere. Bütün olup bitene şahit olan fırıncı, onu fırına çağırmış ve birazcık ısınmasını söylemişti. 

Fırında üstünü değiştirebileceği bir şeyler de yoktu. Hem olsa bile değiştiremezdi de zaten. Çünkü okula farklı kıyafetlerle gidenleri almıyorlardı. Kıyafetin rengine çok dikkat edilmese bile ceket, pantolon, gömlek ve kravat muhakkak olması gerekenlerdi. Fırında biraz ısınmış ama hala üstü ıslaktı. Bir müddet sonra fırıncıya saati sordu. Dersinin başlamasına on dakika kaldığını fark edince hemen fırından ayrıldı ve hızlı adımlarla okulun yolunu tuttu. Geç kalacağı besbelliydi. Fırında epey zaman kaybetmişti ve okula en az yirmi dakikalık daha yolu vardı. Adımlarını daha da hızlandırdı. O adımlarını hızlandırdıkça sanki yağmur da hızlandırılıyordu. Ya da ona öyle mi geliyordu. Normal zamanda yirmi dakikada alacağı yolu, sırtındaki kitap, defter, atlas, flüt, iletki takımının bulunduğu ve eşofman takımlarının da tıka basa üstüne basalandığı çantasına rağmen on beş dakikada almıştı. Çantasında spor ayakkabıları yoktu, belki onlar da olsa çantası daha da ağır olabilirdi ama zaten spor ayakkabıları hiç olmamıştı ki...

Okulun kapısından girer girmez hızlı adımlarla müdür yardımcısının odasına gitmiş oradan yediği azarla hızlıca sınıfına gelmişti. Ders başlayalı henüz beş dakika olmuştu. İsmail Hoca bütün olup biteni dinledikten sonra onun sobanın başında biraz daha ısınmasına müsaade ederek dersine devam etti. İkinci ders de İsmail Hocanındı. İkinci derste de ona sobanın hemen yanında oturması için müsaade etti hocası. Zaten teneffüste de hiç ayrılmamıştı sobanın başından. Hocası sayesinde mutlak bir hastalıktan kurtulmuş, titremesi kesilmiş, nispeten de olsa üzerindekiler kurumuştu.

Ders sırasında yağmur kesilmiş ve güneş yüzünü göstermeye başlamıştı. Hava da öyle çok soğuk sayılmazdı. Havanın ısınmaya başlaması sebebiyle sobaya da odun atılmamış ve soba sönmeye yüz tutmuştu. Öğrenciler idare tarafından öyle tembihlenmişlerdi. Eğer hava güneşli olursa gün içerisinde sobaya odun atılmayacaktı. Böylece sınırlı olarak alınabilen yakacak kışı çıkaracaktı.

Dışarının ısındığını düşünerek ve biraz da güneşlenir, hava alırım düşüncesiyle arkadaşlarıyla beraber dışarı çıktı. Güneşin sıcaklığı üstüne vurdukça hoşuna gidiyordu. Bahçede öğrenciler o yana bu yana koşuşturuyor, bazıları da aralarında oyunlar oynuyorlardı. Bir grup sahanın her tarafı çamur içerisinde olmasına ve teneffüsün on dakika gibi kısa bir süre olmasına rağmen topun peşinde koşmaktan kendilerini alamıyorlardı. Arkadaşıyla kol kola girmiş bahçede gezinirken öğretmenlerin araçlarını park ettikleri alana doğru yürüdüler. O zamana kadar hiç dikkatli bakmadığını düşündü arabalara. Oysa ki bazı arkadaşları arabaların yanlarına kadar sokulur, kaç km yaptıklarına bakar; "Oğlum, Ahmet Hoca'nın arabası 200 basıyormuş" gibi sözler ederlerdi birbirlerine. Onun hiç öyle hayalleri ve merakları olamamıştı. Araçların yanından geçerken birden arabalardan birine dikkat kesildi. Evet, bu o arabaydı. Sabah onu ıslatan ve arkasına dahi bakmadan basıp giden araba buydu. Onu tanımıştı. Nasıl yani? Onu sırılsıklam eden ve arkasına dahi bakmadan çekip giden öğretmenlerinden biri miydi? Yanındaki arkadaşına arabayı göstererek, arabanın kimin olduğunu bilip bilmediğini sordu. Araba, sabah ona geç kağıdı vermeyerek odasından kovan müdür yardımcılarınındı...






  


17 Ağustos 2019 Cumartesi

Çarşamba'nın Unutulan Bir Değeri: Ferhat Akın

               


                 Ferhat Akın ya da gerçek adıyla Ferat Angun, Tekkeköy'de doğmuş şair, bestekar, ses ve saz sanatçısıdır. Müzik camiasında "Samsunlu Ferhat Akın" olarak da tanınmaktadır. 1972 yılında Almanya'ya işçi olarak gidene kadar on sekiz adet plak ve 1988 yılında da Almanya'da bir tane kaset çıkarmıştır. Kendisine ait yüzlerce şiiri bulunan Ferhat Akın bu şiirlerinden bazılarını türkü formunda bestelemiş ve seslendirmiştir. Kitabında yer alan diğer şiirler de genelde hece ölçüsüyle yazılmış ve bestelenmeye müsaittir. 1966 - 1972 yılları arasında Türkiye'nin birçok yerinde konserler veren, turneler gerçekleştiren bir sanatçıdır Samsunlu Ferhat Akın. O dönemlerde yine Samsunlu olan diğer bir sanatçı Yıldıray Çınar'la sık sık karşılaştırılır ve yarıştırılan Ferhat Akın'ın belki de en meşhur olan türküsü sözlerini kendisinin yazdığı ve bestesini de kendisinin yapmış olduğu "Gelin Oy" isimli türküdür. Bu türkünün bu denli meşhur olmasının sebebi 1986 yılında Yavuz Yalınkılıç'ın yönetmenliğinde çekilen ve başrollerinde Belkıs Akkale, Mahmut Hekimoğlu, Sümer Tilmaç, Erol Taş, Turgut Özatay, Aliye Rona gibi ünlülerin rol adlığı ve türküyle aynı adı taşıyan "Gelin Oy" isimli filmdir.
            Yıllar sonra Ferhat Akın, gündeme çok farklı bir şekilde tekrar gelecektir. Çıkış yaptığı yıllarda "Karadeniz'in Ricky Martin'i" diye isimlendirilen Davut Güloğlu'nun Şahin Özer'in sahibi olduğu Özer Plak şirketinden 2001 yılında çıkan "Nurcanım" isimli albümünde yer alan "Çarşamba Beyleri" ve "Başında Siyahım Var (Çarşamba Sallaması)" türkülerinin söz ve müziği Ferhat Akın'a ait olduğu halde "Çarşamba Beyleri" türküsü Rahmi Aydın'ınmış gibi albümde yer almış; "Başında Siyahım Var (Çarşamba Sallaması)" türküsü ise Davut Güloğlu'nun kendisininmiş gibi yer almıştır. Bu olay üzerine Şahin Özer ve Davut Güloğlu hakkında açılan maddî ve manevî tazminat davasında mahkeme Şahin Özer ve Davut Güloğlu'nu mahkum etmiş ve mahkeme türkülerin Ferhat Akın'a ait olduğu tekrar tescillemiştir.
            Ferhat Akın, gerçek ismiyle Ferat Angun, 1944 yılında Tekkeköy'de babasının satın alarak kendi elleriyle tadilatını yaptığı, eve dönüştürülmüş olan eski bir okul binasında dünyaya gelmiştir. Babası Tekkeköy'de lokanta işleten bir esnaftır. Doğduğu yıllarda II. Dünya Savaşı devam ettiği için Türkiye, ekmeğin dahi karneye bağlandığı zor günler geçirmektedir. Babasının lokantası da bu zorlu süreçten nasibini alır ve Ferhat Akın'ın babası lokantayı kapatmak zorunda kalır. Ferhat Akın'ın ablalarından biri Çarşamba'nın Beyyenice köyüne gelin edilmiştir. Babası dükkanı kapatmak zorunda kalınca eniştelerinin daveti üzerine ailecek Tekkeköy'deki varlıklarını satarak Beyyenice köyüne yerleşmiştir. Bu sırada Ferhat Akın iki buçuk yaşındadır.
            Ferhat Akın'ı müzikle buluşturan ise diğer bir ablasının eşi olan eniştesi olacaktır. Ferhat Akın henüz beş yaşlarında iken Tekkeköy'de evli olan ablasının yanına giderler. Eniştesi bir bağlama dükkanı açmıştır. Ferhat Akın orada bulunan küçük bir bağlamaya heves eder ve bağlama Ferhat Akın'a verilir ve böylece saz çalmayı öğrenir.
            Ferhat Akın ilkokula kaydolur. Nüfusta "Ferat" olarak yazılan ismi ilkokul kayıtlarına yanlışlıkla "Fırat" olarak geçecek ve hatta ilkokul diplomasında dahi "Fırat" diye yer alacaktır. Çarşamba'da o dönemki Yeşilırmak İlkokulu'na kaydolan Ferhat Akın, öğretmeninin derslerinde yardımcı olsun diye yanına oturttuğu bir kıza aşık olur. İsmi "S" harfi ile başlayan bu kıza şiirlerinde Ferhat Akın, "Senem" diye seslenmeyi uygun görmüştür. Sonraki yıllarda Çarşamba Şehit Nuri Pamir İlkokulu açılınca bu okula naklolur Ferhat Akın. Sevdiği kız da okulu bırakır. Sonrasında peşinden gidemez çocukluk aşkının... Sevdiği kızın zengin olması ve Ferhat Akın'ın ise ailesinin fakir olması sebebiyle anne-babası "Sen bu sevdadan vazgeç" derler Ferhat Akın'a. Ama Ferhat Akın yıllarca sevgiyi ve aşkı onunla anlatır şiirlerinde...
            Gurbete düşer yolları... Samsun'da bir kızla evlenir ve bu evliliğinden beş tane oğlu olur. Gençliğinde güreşe hevesli olan ve çevre köylerde yapılan etkinliklerde güreş tutan ve ayrıca kendi çaldığı bağlamaları imal edebilecek kadar marangozluğa da kaabiliyetli olan Ferhat Akın 1966'da İstanbul'a gelir. Müzik yapımcıları tarafından "Ferat Angun" ismi beğenilmeyince sahne ismi olarak "Ferhat Akın" ismini kullanır. Atakan Plaktan on beş, Ödemiş Plaktan üç olmak üzere on sekiz plağa arkalı önlü olmak üzere çoğunun sözlerini kendisinin yazdığı ve kendi bestelediği otuz altı türkü okur. 1972 yılında Almanya'ya işçi olarak gider. Bu yıllarda Türkiye'den uzaklaşmak durumunda kalan Ferhat Akın, Almanya'da da müzikten ayrı kalmaz. 1988 yılında Almanya'da yaşıyorken Alparslan Kasetçilikten bir yönünde yedi, diğer yönünde de yedi tane türkünün yer aldığı toplam on dört türküyü içeren bir de kaset çıkarır. Almanya'da Buchen isimli küçük bir şehirde yaşayan Ferhat Akın, burada saz kursları verir ve öğrenci yetiştirir. Avrupa'da bulunduğu zaman zarfında Almanya ve Avusturya'nın değişik yerlerinden davetler alır ve oralarda türküler söyler. 2016 yılında bazıları bestelenmiş, genelde hece ölçüsüyle yazılmış 324 şiirinin yer aldığı, konu olarak fakirlik, gurbet, adaletsizlik, din, aşk gibi konuları ele aldığı şiirlerinin bulunduğu "Senem" isimli bir şiir kitabı da yayınlayan Ferhat Akın, 2017 Ağustosunda tedavi görmekte olduğu Ondokuz Mayıs Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi'nde 77 yaşında iken vefat etmiştir. Mezarı Çarşamba Beyyenice köyü mezarlığındadır.


Plakları ve Okuduğu Türküler

Atakan Plak  
1966  
Metelik, Çarşamba beyleri, Buraladan bir kız kaçtı (Karadeniz Güzeli), Maksiye bak Maksiye, Fakirlik 


1967
Çarşamba sallaması, Gurbet ocağı, Doktor, Sevemedim Sevdi eller, Telli Saz, Hadi kızım yandan 



1968 

 Çarşambayı Sel aldı, Sarmaşık Bülbülleri, Öğle ile ikindi arası, Aşık olmayan sürünmez 


1969

Hayat Yelkeni, Çarşamba Dedikleri, Allar giyer Allanır, Hanım Gelin, Bulanlara Müjde Var, Unuttun mu zalim beni 


1970
Boyu Uzun Beli ince, Güzel iyiye Düşemez, Beni yılan gibi soktun, Çekti bizi gurbet elin suyu toprağı 



1971 

 Telli Saz, Dalga Geçtim O Yarle, Peşime Düştü Gelinler Kızlar, Gelin Oy 


1972
Al Beni Yatağuna, Koydun beni sevdaya, Sazıma Vasiyetim, Yıldız 



Ödemiş Plak 
1972 
Ferhat Şirin İçin Dağları Deldi, Yosma Yavrum, Seveni sevene vermiyor Dünya, Annem 



Alparslan Kaset 
1988
Ben Atımı Nallatırım (Albüm İsmi)

A Kısmı
Ben Atımı Nallatırım, Sarı Kızda Tek Tek Vurur Zillere, Müjde Var, Sazıma Vasiyetim, Maksiye Bak Maksiye, Bulancak, Fakirlik
B Kısmı
Annem, Çarşambayı Sel Aldı, Peşime Düşüyor Gelinler Kızlar, Koydun Beni Sevdaya, Al Beni Yatağına, Allar Giyer Allanır, Doktor 

Yayınlanmış Kitabı

Ferhat Akın - Senem (Şiir Kitabı) 

İnci Ofset 
2016



Yararlanılan Kaynaklar
*Ferhat Akın - Senem, İnci Ofset, 2016.
*Ümit Angun (Ferhat Akın'ın oğlu)
*Atakan Plak 1972 Kataloğu
*Davut Güloğlu'na tazminat davası haberi için: https://www.yenisafak.com/arsiv/2001/kasim/13/a2.html

*Gelin Oy filmi ile ilgili bilgiler için: https://www.sinemalar.com/film/12001/gelin-oy